Hindistan gerek coğrafi açıdan büyüklüğü, gerekse kendi içinde dahi sürekli değişen dünyanın geri kalanıyla ilgisi olmayan kültürüyle bir ülke değil başlı başına bir kıta olmalı. Bir haftalık tatilimde kendimi adı Altın üçgen
olarak geçen Delhi, Caipur ve Agra’yı keşfetmeye
adadım. Planlarım Abu Dhabi’de üç saatlik
bir aktarmayla Yeni Delhi Indra Ghandi
Havalimanı’na on-on bir saatte ulaşmaktı. Ancak
Yeni Delhi uçuşum sis yüzünden ertelenince Abu
Dhabi Havalimanı’nda tahmin ettiğimden biraz
daha fazla vakit geçirdim. Yatak gibi bacaklarınızı
uzatıp dinlenebileceğiniz, aynı zamanda elektronik
aletlerinizi yanı başınızda şarj edebileceğiniz
koltuklarla ve neredeyse her yerden ulaşılabilir
ücretsiz internet bağlantısı benim gönlümde taht
kurdu. Tek eksisi doların değer kazanmasıyla zaten
pahalı olan Arap Emirlikleri, cüzdanınızla pek de
dost canlısı olamaması.
Hindistan’a ilk ayak bastığım yer Yeni Delhi
olsa da buradan direkt bir otobüse atlayıp Caipur’a
doğru yola çıktım. İki şehir arası 260 km. Yolların
durumu nedeniyle altı saat süren Caipur yolculuğu
gezinin ne kadar farklı olacağına dair net doneler
ortaya koydu. Her ne kadar daha önceki seyahatlerimde
maymunlar ile yol kenarlarında karşılaş-
sam da, burada maymunlar insanlarla sürekli bir
etkileşim halinde. Çünkü maymunlar tanıdıkları
araçların yolunu gözlüyorlar. Otobüs şoförleri de
yanlarında onlar için muz getiriyorlar. Hindistan,
çöplerini geri dönüştürmüyor ya da toplamıyor.
Bunun sebebi ise bizim çöp dediğimiz artıkların
bir başka canlı için hala değerli bir gıda olduğuna
inanmaları. Mesela maymunlar muzlarını yedikten
sonra keçiler de muz kabuklarını yiyor. Evet
her yerde keçiler, inekler, maymunlar, köpekler ve
sincaplar var. Enteresan bir şekilde hiç kedi yok.
Sebebini açık açık söylemeseler de benim tespitim
kutsal olarak kabul edilen fareleri avlıyor olmaları
kedileri avlanan durumuna düşürmüş.
Bir diğer adı da “Pembe Şehir” olan Caipur,
Racasthan eyaletinin başkenti. Bu ismin sebebi,
inşaat malzemesi olarak sık sık kum taşı kullanılması.
İlk gün neredeyse 24 saat süren yolculuk
nedeniyle Birla Mandir adı verilen küçük ve pek
de eski olmayan bir tapınağı ziyaret ettim. Yemek
için gerçekten sabırsızlanmıştım çünkü bütün gün
zehirlenme riskine karşı rehberim muz dışında
hiçbir şey yememe izin vermedi. Otele vardığımda
açıkça söylemeliyim ki yemekler beni büyüledi.
Genel olarak çok yemek seçmesem de, gerek
baharatları gerek farklı pişirme yöntemleriyle
her bir öğün benim için unutulmaz bir deneyime
dönüştü. Bunu başarmanın hilesi ise nasıl ve kim
tarafından pişirildiğini düşünmemek.
İkinci günüme güzel kahvaltımın ardından
Amber Fort’a doğru yola çıktım. Burada gelenek,
sabahın erken saatlerinde sıraya girip kum taşı
ve mermerden oluşan kaleye fillerin sırtında çıkmak.
Hayvanlara karşı biraz hassas olduğum için
tercihimi jiplerden yana kullandım. Amber Fort
Caipur bölgesinin en tanınmış turistik noktası ve
bir tepenin üstünde yer alan kalenin üç tane avlusu
var. Bu üç avludan en önemlisi “Sheesh Mahal”
yani “Aynalar Sarayı”. Bu kısmın en büyük özelliği
her zaman renkli olmayı seven Hint kültürünün
aynaları renkli folyolarla kaplayıp mum ışığında
farklı ışık oyunları sergilemesi. Hint saraylarında
mahrem anlayışı yok, çok fazla mobilya da yok.
Duvarlardaki işlemeler dışında tek dekor perde ve
tüllermiş ve kullanım amaçları soğuk kış ve muson
aylarında hava koşullarından korunmak içinmiş.
Sıcak yaz aylarında ise kalenin mermer zeminleri
arasından geçen su ve başarılı mühendislik tasarımı
rüzgar geçitleriyle klima etkisi sağlanıyormuş.
Ayrıca burada Moğol kültürünün etkilerini
görmek mümkün. En sık rastlanan Moğol esintisi
ise bahçe, havuz ve duvarlarda sıkça rastlanan geometrik
figürler. Amber Fort’un bir diğer özelliği
ise burada yaşayan kraliyet ailesi için herhangi bir
tehdit oluştuğunda kaçmalarını sağlayan bir tünel
bulunması. 21. Yüzyıl yöntemleriyle, tünel yerine
jipime atlayıp başka bir kaleye doğru yola çıktım.
Bu durağımın adı Jal Mahal yani Su Sarayı.
Saray bir gölün tam ortasına kurulmuş büyük ve
büyülü bir yapı ama beni daha çok etkileyen ilk
defa aracımdan inip gerçekten yerel halkla yan
yana olmamdı. İnsanlar maddi yönden çok zorluk
çekiyor ve bunu baktığınız her ayrıntıda daha çok
hissediyorsunuz. Buradan Caipur’a Pembe Şehir
denmesini sağlayan eski şehir merkezine geçtim.
Gittiğim yerlerden yöresel şeyler almak benim
için magnet toplamaktan daha önemli ve değerli.
Durum böyle olunca bende koleksiyonuma bir
tane Sarii yani geleneksel Hint kıyafeti ekledim.
Sarii kültürel farkların çok güzel bir örneği.
Sadece bir kostüm ya da giyim tarzı değil,
insanların değer yargılarındaki farkı da temsil
ediyor. Türkiye’de kadınların omuz ve göğüs
dekoltesi vermesi bel veya göbek dekoltesinden
daha sık görülen bir şey ama Hindistan’da
durum tam tersi. Hindu kültüründe kadın,
doğuran ve hayat veren olarak görülüyor ve
bebeğini taşıdığı bedeni kutsal sayılıyor. Bu
sebeple de bel ve göbek dekoltesi vermesi,
kilolu veya zayıf, evli veya bekar bütün kadınlar
için gurur duyulan bir davranış. Müslüman
kısımlarda kıyafetler alışılmışın dışında.Uzun
bir üst ve şalvar olarak geçiyor ve kadınlar baş-
larını bağlamıyorlar.

Altın üçgen
Caipur’da bir başka ünlü tarihi yapı da şehir
sarayı. Burada eski Racastan Kralı’nın İngiltere’ye giderken kutsal sayılan Ganj Nehri’nden alı-
nan suyu taşımak için yapılmış Guiness Dünya
Rekorları’na girmiş dünyanın en büyük iki gümüş
su kabı bulunuyor.
Caipur Şehir Sarayı’ndan çıkınca sırada astronomik
gözlem evi olan Jantar Mantar vardı. İlk
karşıma çıkan şey güneş saatiydi. Gayet detaylı
olan bu saatin doğruluğunu kanıtlamak istiyorsanız
Caipur’da Delhi saatinin kullanıldığını hesaba
katıp 13 dakikalık oynamayı unutmamalısınız.
Günün son dakikalarını Hava Mahal denen
haremin geçit törenlerini izlediği tarihi binayı
hem dövme yapılan hem de kahve servis eden bir
kafeden izledik.
Caipur’la yaşadığım muhteşem açılıştan
sonra hedefim Agra idi. Bu otobüs yolculu-
ğunda daha fazla şey dikkatimi çekti. Her arabanın
arkasında “korna çal” yazıyor ve kimse
ama hiç kimse sinyal vermiyor. Bir diğer detay
ise kamyonların aşırı süslü olması. Agra’ya
varmadan hemen önce Fatehpur Sikri adlı
Unesco Dünya Mirasları listesinde yer alan
tarihi şehire geçtim.
Erkek çocuk isteyen Moğol İmparatoru
Akbar’ın bunun sadece Fatehpur Sikri’de gerçekleşeceğini
kehanetine inanmasıyla, şehrin inşaatı
başlar. İnşaatı 15 yıl süren yapıda Akbar ilk erkek
çocuğunu kollarına alır. İnşaatın tamamlanmasından
kısa bir süre sonra erkek çocuğa da kavuşan
Akbar sürekli savaşa gidince ve şehri destekleyecek
yeterli su kaynağı olmayınca şehir kısa süre
sonra terk edilir.
Akbar ve Fatehpur Sikri’nin en büyük özelliği
Moğol imparatorluğunu Hindu kültürüyle entegre
edip Osmanlı’da da çok görülen bütün yaşayanlara
saygı duyarak yönetimi sağlanması olmuş.
Günün ikinci durağı ise Agra Kalesi. Burası
resmen hayatı planlamanın ne kadar manasız
olduğunu anlatıyor. Akbar tarafından yaptırılmaya
başlanan bu kale daha sonra torunu Şah Cihan tarafından bir saray olarak kullanılmış.
Daha sonra oğlu Alemgir yüzünden, Akbar son
yıllarında burada hapis hayatı yaşamış ve yedi
yıl boyunca büyük aşkı Mümtaz Mahal adına
yaptırdığı Oktagonal Kule’den büyük aşkına
-Tac Mahal- uzaktan bakmak zorunda kaldığı,
altından bir kafes olmuş.
Yollarda geçen beşinci, Hindistan’da geçen ise
dördüncü gün, büyük gün: Tac Mahal! Tac Mahal
aslında bir anıt mezar. İslam türbe mimarisinin
çok büyük bir örneği. Yapımı tam 20 yıl sürmüş.
Bütün yapı tamamen simetrik. Simetriyi bozan
tek şey ise Akbar’ın kendi mezarı. Yedi yıl hapis
hayatı yaşadığı Agra Kalesi’nde hayata gözlerini
kapayınca oğlu Alemgir babasının naaşını buraya
defnettirmiş.
Bu kadar büyük bir aşk hikayesinin ardından
adeta dilim tutulmuş gibi ayrıldım Tac
Mahal’den. Çıkar çıkmaz ilk yaptığım şey, Tac
Mahal’in büyüsünden sıyrılıp bir mermer atölyesine
geçmek oldu. Buranın mermerleri ve mermer
işçiliği meşhurmuş çünkü. Ağlanacak halime
gülüp bende bir kaç mermer işlemeli kahve sehpası
aldım. Hemen kargoluyorlar eve, kırılma garantili.
İlginizi çeker mi bilmem ama Tac Mahal’den
sonra ben evimde olsun istedim.
Agra’daki son günüm de böyle geçti ve gene
yollara çıktım. Yeni Delhi’ye doğru uzun bir
otobüs yolculuğuna başladım. Yeni günümün ilk
durağı Kutub Minar. Hint- İslam mimarisinin
başyapıtlarından kabul edilen minare, 72,5m.
yüksekliği ile 14. Yüzyılda Tac Mahal’in inşa
edilmesine kadar Hindistan’ın, en yüksek yapı-
sıymış. Gurlu hükümdarı adına Delhi’yi fetheden
Kutbiddin Aybek tarafından, İslâmiyet’in
Hindistan’da kazandığı zaferin sembolü olarak
yapımı başlatılan eser Selçuklu, Gurlu ve Gazneli
mimarisinin izlerini taşıyor ve Unesco Dünya
Mirasları listesinde yer alıyor.
Günün bir sonraki durağı ise Cuma Camii.

Altın üçgen

Camii anlayışı ve mimarisi de aynı giyim kuşamları
gibi farklı. Neredeyse tamamen açık havadan
oluşan bu ibadethane Hintliler için çok önemli.
O kadar ki eğer maddi durumları hacca gitmeye
el vermiyorsa buraya gelip dualarını burada ediyorlarmış.
Delhi aynı bana dini açıdan İstanbul’u
hatırlattı çünkü Cuma Camii’nden çıkınca
Mahatma Gandhi’nin yakıldığı yer ve anıt mezarına
(Hinduizm) daha sonra da Sih tapınağına
uğradım. Sihler Hindistan’da var olan kast sistemine
yani sınıflara karşı gelmişler ve bütün bu
sistemi reddetmişler. Cesaretleriyle tanınan bu
gruba mensup herkesin soy adı “Aslan” anlamına
geliyor. Hem cesur hem de yardım sever olan bu
grup yedi gün yirmi dört saat boyunca tapınaklarında
ücretsiz yemek dağıtıyor ve kesinlikle hangi
dine mensup olduğunuzu sorgulamıyor.
Hindistan farklı bir kültürü merak eden herkes
için mükemmel bir seçim. Hakkında çok şey
duyup asla hazır olunamayacak bir deneyim. Her
saniyesi ile akıllara kazınan bu ülke baştan aşağı
keşfedilmeyi bekliyor ama siz siz olun ilk seferinizde
mutlaka güvenilir ve deneyimli bir rehberle
seyahat edin.