SEYAHAT ETMEK BIR TUTKU…
Japonya ve Güney Kore, Türkiye vatandaşlarından vize istemiyor. Yani pasaportunuzu alıp hiç bir ön prosedüre gerek duymadan gitmeniz mümkün.
Birinci güne Seul’de küçük bir şehir turuyla başladım. Ilk durağım Joseon Hanedanı döneminden günümüze kadar gelen geleneksel Kore Evler’nin bulunduğu Namsangol Hanok Köyü oldu.
Ardından 30 bin adet küçük mağaza ve 50 bin civarında irili ufaklı imalathanenin bulunduğu Namdaemun Pazarı’nı ziyaret ettim. Burada yerel fastfood tarzı yemekler bulmak mümkün. Yol arkadaşlarım çok cesaret edemese de, ben bir kaç farklı sokak yemeğinin tadına baktım. En ilginci ise dondurma gibi çubukla servis edilen “Odeng” oldu. Içinde balık ve yengeç bulunan bu yemek, krep gibi ve sac üzerinde pişiriliyor. Piştikçe katlanarak dikdörtgen bir form alıyor. Lezzeti çok Türk yemekleriyle benzeşmese de, ben beğendim. Burada alışveriş yapmakta mümkün, fakat alabileceğiniz şeyler yosun, kurutulmuş mantarlar ve bitkiler. Et-balık ürünleri ve gene kurutulmuş larvalar. Tahmin edeceğiniz üzere ben birkaç “I Love Korea” tişörtü alıp çıktım. Seul’un güzel yanı bu kadar modern yapılaşmanın arasında eski yapıları korumuş olmaları. Namdaemun Pazarı’na 100 metre mesafede, gökdelenlerin arasında, Sungnyemun Kapısı’nı görmek mümkün.
Gün batımı yaklaşırken Seul’ün doyumsuz manzarasını seyredebileceğiniz Namsan Tepesi’ne doğru ilerledim. Burada partnerinizle aşkınızı simgeleyecek bir kilidi de bırakabilirsiniz.
Güney Kore’deki tek günüm böyle geçti ve sabah erken saatlerde Tokyo uçağıyla Japonya’yadaydım. 868 yılına kadar Edo adı ile tanınan şato kenti, Şogun yönetimine son veren Meiji adlı Japon imparatorunun sarayını buraya taşıması ile adını “Doğu’nun Başkenti” anlamına gelen Tokyo ile değiştirmiş. Büyük bir kısmı Kanto depreminde ve Amerikan bombardımanı ile yıkılmış olan şehir, 1950’ler-den sonra hızla gelişerek, dünya çapında bir iş merkezi ve kültür odağı olmuş.
Tokyo, Asakusa’da Japonya’nın en yaygın iki dini olan Budizm ve Shinto’nun mabetleri yer alıyor. Mabetlerde irili ufaklı yerlerde tütsüler yakılıyor ve çıkan dumanın hastalıkları iyileştirdiğine inanılıyor.
Ardından Shinjuku Bölgesi’nde yer alan Japon Hükümeti’nin sembolü olan Tokyo Metropolitan Hükümet Binası’nın 45. katından Tokyo’nun eşsiz manzarasını izleme şansını yakaladım. Gece otele geçtikten sonra Shinjuku’da biraz dolaşma fırsatım oldu. Tesadüfen bulduğum bir restoranda inanılmaz lezzetli sushi’ler yedim.

Uzakdoğu’nun incisi

Bir sonraki gün UNESCO Dünya Koruma Mirası listesindeki Nikko bölgesine doğru yola çıktım. Önce 15 bin el işçisi tarafından Toshogu Mabedi’ni ziyaret ettim. Dünyaca bilinen efsane “üç maymun” ilk defa bu tapı-nağın ince oyma işçiliği duvarlarında işlenmiş. Üç maymun felsefesini kısaca şöyle açıklayabi-liriz “kötüyü konuşmamak, kötüyü görmemek ve kötüyü duymamak”.
Bir sonraki hedefim Kutsal Nantai Volkanı’nın eteklerinde yer alan, sönmüş lav akıntıları ile oluşmuş muhteşem Chuzenji Gölü oldu. Hemen göl kenarında yer alan bir restoranda geleneksel sofra düzeniyle yediğim öğle yemeğinin ardından, virajlarla dolu muh-teşem bir yol olan Irohazaka’dan ilerleyerek bir sonraki hedefime, Kegon Şelaleleri’ne doğru yola koyuldum. “Iroha” eski Japon alfabesinin ilk üç hecesi anlamına geliyor, “zaka” ise viraj demek. Irohazaka yolu 48 virajdan oluşuyor ve her bir viraj, eski Japon alfabesinin bir hecesini temsil ediyor.
Muhteşem güzelliğiyle beni büyüleyen Kegon Şelaleleri, yerel halk arasında kötü bir şöhrete sahip. Yıllar boyunca özellikle bu şelalede bir çok intihar gerçekleşmiş. Güzelliği kadar tarihiyle de çarpıcı bu deneyimden sonra Tokyo’ya geri dönüş yolu başladı.
Saat 18:00 gibi geri döndüğüm Tokyo’da trafik kesinlikle Istanbul’u aratmadı. Hatta özletti… Durum böyle olunca metroyu tercih ettim. Ilk dikkatimi çeken şey ise “sadece kadınlar” yazan pembe afişler oldu. Öğrendim ki sabahları aşırı yoğun olan saatlerde sadece kadınlar için bir tren ayırıyorlar.
Üçüncü günümü ünlü balık pazarı olan Tsukiji Market’te geçirdim. Seul’de bahsettiğim pazardan çok daha büyük. Binlerce farklı balık, bitki, tatlı çeşidi bulmak mümkün. Bir başka gözüme takılan detay ise benzin istasyonlarında pompaların tavandan sarkarak alandan tasarruf edilmesiydi.
Bir sonraki günüme Kyoto’yla başladım. Saatte 300 km’ye kadar çıkabilen süper ekspres trenle yola çıktım. Kyoto, UNESCO Dünya Koruma Mirası Listesi’nde bulunuyor ve ülkenin kutsal ve ruhani başkenti kabul ediliyor. Ilk durağım, adı altın köşk anlamına gelen Kinkakuji tapınağı. Gerçek olduğuna inanmakta zorluk çektiğim bu yapı, daha önce akli dengesi yerinde olmayan bir rahip tarafından yakılmış ve aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Kiyomizu Tapınağı’na girmeden hemen önce küçük bir çarşı bulunuyor ve burada çok güzel kimonolar bulabilirsiniz. Aynı çarşıda 2011’de meydana gelen tsunamide yıkılan ağaçlardan yapılmış küçük bir tapınağı da ziyaret etmek mümkün.
Türkiye çay tüketiminde dünya birincisi olsa da Japonya’da çaya karşı tamamen farklı bir yaklaşım var. Öncelikle tavşan kanı değil, yeşil çay içiyorlar. “Matcha” denilen Japon çayı, yaprakların ezilip öğütülmesiyle elde ediliyor. Geyşa kültürü ise genel olarak Japonya’da etkisini yitirmiş. Devlet bu kültürel olgunun unutulmaması için şehrin belirli bölgelerinde kimono giyen kadın görevlileri geyşalık kül-türü tanıtmak adına yetkilendirmiş. Akşam için tercih ettiğim Japon yemeği Yakiniku, Kore barbeküsüne çok benziyor. Masanın orta-sında yer alan bir barbeküde istediğiniz kadar eti kendiniz pişiriyorsunuz. Et ise tek lokmalık, yumuşak, yağlı ve sosla hafifçe tatlandırılmış olarak servis ediliyor. Dil ve tavuk seçenekleri de mevcut. Yanında pirinç ve tahıldan elde edilen geleneksel içki “sake” tercih ediliyor. Gecenin sonunda ise koltukları dantellerle kaplı bir taksiye binip otelime geçtim. Yedinci gün için planım tapınaklar şehri Nara’ya gitmekti. Nara Kyoto’dan önce Japonya’nın başkentiymiş. Nara’da hala kimonolarıyla gezen yerli halkı görmek mümkün. Burada dünyanın ahşaptan yapılmış tek mabedi olan Todaiji tapınağı yer alıyor ve altın rengi bronzdan Buda Heykeli’ni içinde barındırıyor. Heykelin yapımı için ülkedeki bütün bakırlar toplatılmış ve imparatorluk bu sebepten ötürü ekonomik bir krize girmiş. Daha fazla bakır toplanama-yınca da bazı kısımlar ahşap bırakılmış. Nara Parktan çıkmadan geyikler eşliğinde 3 bin feneri ile renk cümbüşü yaratan Kasuga Taisha Mabedi’ne doğru yürüdüm. Burada geyikler kutsal mesajları taşıyan elçiler olarak görülüyor ve avlanılmıyorlar. Daha sonra son dakikada öğrendiğim Fushimi Inari-taisha’ya gitmeyi kafama koydum. Kapanışa çok az kala yetişti-ğim tapınağın özelliği, yürüyerek 2 saat süren bir tepede olması ve bin tane “torii” yani kapıdan oluşması. Japonya’daki son günlerimde hedefim ülkenin köprüler ile tanınan üçüncü en büyük şehri Osaka’ydı. Yolculuk uzun sürünce kısa bir panoramik şehir turu yapıp Osaka Kalesi’ni ziyaret ettim. Son günümde hedefim Hiroşima ve Miyajima adasıydı ve güne Miyajima Adası’na doğru yaptığım feribot yolculuğuyla başladım. Ada kutsal kabul edildiği için tarım yapılmıyor ve ölüler adaya gömülmüyor. Adaya ulaştığımda buranında Nikko gibi geyikler tarafından istila edildiğini fark etmem uzun sürmedi. Onlar arkada ben önde adayı keşfetmeye başladık. Burada yer alan Itsukuşima tapınağı gelgite bağlı olarak, suyun üstünde yüzüyormuş gibi görünüyor ve tapınağın kapısının Adadaki Misen Dağı’ndan görünümü Japonya’daki en güzel üç manzara-dan birisi olarak kabul ediliyor.
Yorulup, karnım acıkınca yol üstünde yemek satan seyyar satıcıdan şişte kalamar ve ahtapot aldım. Çok geç olmadan bunun yanlış bir karar olduğunu anladım çünkü üzerime doğru gelen geyikler belli ki baya seviyorlardı bu amcanın yemeklerini… Çareyi şişlerden birini vermekte buldum. Son hedefim Hiroşima’nın bütün Japonya deneyiminden farklı olduğunu hemen söyleyebilirim. Yerden 600 metre yükseklikte gerçekleşen patlamadan sonra 50 bin kişi, takip eden yıl içerisinde de 150 bin kişi hayatını kaybetmiş. Yerle bir olan şehir baştan aşağı yeniden kurulmuş. Geriye kalan tek harabe yapı ise Çek bir mimar tarafından tasarlanan Hiroşima Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü. Bina bombanın patladığı sıfır noktasına 160 metre uzaklıkta. Hala bu anıt yapının etrafında genç, yaşlı bir çok Japon nükleer silahlara karşı imza kampanyası yürütüyor. Atom bombası ve sonucunda yaşananları öğrenebileceğininiz müzede yürekleri parçalayan bir çok kayıt bul-mak mümkün ve ilkokul çağındaki her çocuk bu müzeyi mutlaka okul öğretmenleri eşliğinde ziyaret ediyor. Hiroşima her ne kadar şu an canlı bir şehir olsa da bombalamadan sonra sağ kalanlar çoğunlukla Tokyo’ya göç etmiş ve ülkede en çok kanser vakası görülen şehir Hiroşima’dan sonra Tokyo.
Kısacık deneyimimle G. Kore ve bir haftadan fazla kaldığım Japonya hem kültür hem de eğlence olarak beni çok etkiledi. Asya kültürlerine karşı ilginiz varsa görülmesi gereken yerler listenize mutlaka ekleyin derim.